Kırmızı İpli Kız: Birce

Bilgisayarın karşısında beyaz ekrana bakıp bekliyorum. İçimdekilerin hangi sırayla, hangi kelimelerle döküleceğini bilememenin verdiği heyecanla… Gerçekten göğüs kafesimde kıpırtılar hissediyorum, yüzümde bir gülümseme. Her şey o kadar anlık ki... Kalıplara sokmak istemiyorum, şimdiye kadar sokulduğum, sokulduğumuz kalıplara inat akışta olsun ne varsa… Ne yazılacaksa şu an çıksın ortaya…

Hissettiğim heyecan geçmişten geliyor, şimdi fark ettim. Instagram’da gezinirken ekranıma düşen String Art workshop reklamını görünce hemen tıklamıştım, ahşap üzerine çivi ve iple figürler yapılıyordu. Şimdiki gibi bir heyecandı hissettiğim, hatırlıyorum; araştırdım, workshop günü gelsin diye sabırsızlıkla beklemeye başladım. Ahşaba çivileri çakışım, iplerle ve boyalarla tatlı mı tatlı bir Japon kız ortaya çıkarışım hala aklımda. 3 saat 3 saniye gibi geçivermişti. Bitirince çektirdiğim fotoğrafta gözlerim ışıl ışıldı; şimdi de öyleler, hissediyorum...

Ben tesadüflere pek inanmam. Şu an okumakta olduğunuz yazıya artık başlayayım diye düşünürken, Dr. Deniz Şimşek’in “Birim” adlı kitabı geçti elime; giriş bölümü, yaşadığım yolculuğun özeti gibiydi:

“Bugün sadece yakın çevrenize biraz daha dikkatli bakın. Uzun süredir ilaç kullanan, düzenli doktor takibinde olan ya da dikkati dağınık, enerjisi düşük, sabah kalkmakta güçlük çeken, yaşamının büyük bölümünü kaygılı, tedirgin, mutsuz geçiren, kronik alerjisi, reflüsü, bağırsak hareket sorunları olan ve bunları kanıksayıp hastalık olarak dahi görmeyen kaç insan var? Daha fazla sağlıklı insan aramanıza gerek yok çünkü sağlıklı insan göremeyecek olmanız sağlık kavramını anlamanızı da epey zorlaştıracak. Bu kitabın yazılmasının en önemli sebebi de bu. Bilimsel zemini sıkı tutarak bedenin, zihnin ve ruhun gerçek potansiyeline ulaşması için neler yapılması gerektiğine dair bir rehberle birliktesiniz şu an. Sizlerle burada buluşma nedenimiz aynı yolun yolcuları olarak kendimizi aramamızdır.”

Evet, benim yaptığım da tam olarak buydu. String Art aracılığıyla kendimi arıyordum.

29 yaşıma kadar sorsaydınız bana hayat nasıl gidiyor diye; normal, standart her şey, iş güç devam ediyor derdim. İstanbul Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı mezunuyum. Mezuniyet sonrası iş arayışlarım pek istediğim gibi gitmedi. O zamanın iyi sayılan inşaat firmalarından birinde, kısa süreli bir pazarlama işi buldum. Markanın tanıtımı için 40 gün çalıştım. Amacım şirketle bağlarımı güçlendirip peyzaj mimarlığı yapabileceğim bir pozisyona geçmekti. Evet, bağlarımı gerçekten de güçlendirdim: Peyzaj mimarlığı dışında 3 farklı departmanda 5 yıl çalıştım. Sonunda içimde bir şeyler kazan kaldırmaya başladı, bir cesaret istifa etmeden önce bardak şöyle taştı: Yıllık iznimde eşim, arkadaşlarım ve ailemle birlikte Artvin’deki köy evimize gitmiştik. Doğanın içinde birbirinden güzel günler geçiriyorduk, ama ben geceleri rüyamda iş yerindeki bir problemle uğraşıyordum sürekli. Gün içinde aklımın ucundan bile geçmediğini iddia etmeme rağmen. Bu durum beni iyice rahatsız etmişti, tatilden dönünce doğum günümde bir hediye verdim kendime ve işten ayrıldım.

İlk bir ay çok güzeldi, hayatımda ilk kez kendimle kalmıştım. Çocukluğumuzdan beri içinde olduğumuz bir maratonun ardından bu boşluk ürkütücü gelebilir. Aldığımız nefesin bile farkına varamadığımız bir düzenin içine doğuyoruz. Okula gitmesi, lisesi, üniversite sınavı, üniversitesi, e şimdi nerede çalışacağımı, e iş tamam peki kiminle evleneceğimi, e tabii çocuk da sorarlar şimdili diye giden bir check list var hepimizin hayatında, farkında olalım veya olmayalım… Tik ata ata koşuyoruz sona doğru.

Bu koşuşturmacalar içinde geçen bir hayattan sonra içine girdiğim boşluk hiç alışık olmadığım bir şeydi, beni alt üst edebilirdi ve öyle de oldu. Şems-i Tebrîzî’nin şu sözleri, o dönem ve sonrasında başıma geleceklerin özeti gibi gelir bana: ‘Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. ‘Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir’ diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?’

Benim alt üst oluşum ürkütücü bir deneyimle geldi. 2016 yılının güzel bir eylül sabahı, günlük rutin ev işlerine başlamıştım. Yatağın çarşafını değiştirip pikesini örterken üzerinde kırmızı bir yün ip parçası gördüm. O an yaşadığım korkuyu daha önce hiç yaşamamıştım. Öyle bir ipin orada olması imkânsızdı, evde dikiş ipi bile yokken yün ip nereden gelmişti? Nereden geldiğini çok iyi biliyorum şimdi, ama o an kalbim deli gibi çarpmaya başladı ve sonraki günler evde tek başına duramamaya başladım. Saçım yüzüme değse çığlık atıyor, ağlama krizleri geçiriyordum. Sabahları eşimden önce hazırlanıyor, o işteyken sahilde bitap şekilde dolaşıyordum. Evde yalnız olmam imkânsızdı, dışarıda bile korkularım benimleydi. Vücudumun bu panik durumuna dayanacak gücü kalmadı. Bir yakınımın önerdiği bir psikoloğa gittim. Sadece ticarethaneydi benim için. Bana olan yaklaşımı çok uygunsuzdu, üzerine bir de bilgisayarından ‘görüşmenin bitmesine 15 dakika kaldı’ diye mekanik bir sesin gelmesi, tuz biber oldu. Kendimi daha da kötü hissettiğim bu görüşmeden sonra bir arkadaşımın tavsiyesiyle, onun çevresinde ara sıra gördüğüm başka bir psikologla görüşmeye başladım. Çok detaya girmeyeceğim ama hayatım O’ndan önce, O’ndan sonradır benim. Sayesinde kendime, özüme giden yolda yürümeye başladım. Bu yol sonsuz, ama doğru yolda çabaladığını bilmek bile paha biçilmez.

”Bir hastalık ceza olsun, hayatı zindana çevirsin, mağdur kılsın, yok etsin veya acınacak duruma düşürsün diye gelmemiştir size. Her hastalığın bir mesajı vardır. Hastalık sizin gerçek anlamda iyileşmeniz, bedeninize, kimyanıza, bağırsaklarınıza, hücrelerinize, genlerinize, mitokondrilerinize ve en önemlisi ruhunuza olan yabancılığınıza dikkat çekmek için gelmiştir. Belirtiyi tedavi etmek savaş öncesi anlaşma amacıyla gönderilen elçiyi dinlemeden etkisiz hale getirmek gibidir. Haberciyi fark etmez, dinlemez veya görmezden gelirseniz ruh ve beden mesajını size daha yüksek bir tınıdan şiddetini arttırak verecektir. Hastalığın tek isteği vardır. Fark et!

Ben de O’nun sayesinde fark ettim. Geçmişte yaşadığım travmalar benimleymiş hep aslında. Şimdiki halimle gidip eski hallerime sarılmadıkça iyileşemeyeceğimi zamanla anladım. Ve onlarca çözülme, iyileşme hali yaşadım.

En son çalıştığım kurumsal şirkette yapacağım workshop için bir açılış konuşması düşünüyordum. ‘Çiviyi ahşaba çakacaksınız, ipi dolayacaksınız’ değildi benim için String Art. Birce’den doğan 1çivi’nin aslında bir hikâyesi olduğunu fark ettim o gün...

İşten ayrıldığım ilk günleri geçirdiğim, içinde duramadığım, bana kapkaranlık gelen ev doğanın tüm güzelliklerini sergiliyordu bana. Gökyüzünün rengi, denizin dalgası, kuşların sesi oradaydılar, ama bakmak ve görmenin aynı şey olmadığını orada duramamış olmamdan anlıyorum. Sonra o ev kentsel dönüşüm kapsamında yıkıldı.

Başka bir evimizde, lavaboda ellerimi yıkıyordum bir gün; aynada kendime bakarken, birden kalakaldım. Gözlerimi kapadım ve bana zindan gibi gelen, içinde duramadığım o evin kapısında gördüm kendimi; şimdiki halimdeydim. Ellerimde gökkuşağı renginde ipler vardı. Kapıyı açan eski halimdi, kırmızı bir ip parçası bulduğu için tüm korkuları su üstüne çıkan o Birce. Şaşkınlıkla baktı bana, ‘geldim artık’ dedim. Elimdeki gökkuşağı rengindeki ipleri eve fırlattım, her taraf aydınlandı. Eski halim sarıldı şimdiki halime ‘iyi ki geldin, çok korktum’ dedi. ‘Geçti artık buradayım’ dedim. Gözlerimi açtığımda yanağımdan yaşlar süzülüyordu ve kendime sarılıyordum. Şimdi görüyorum ki evde bulduğum, beni ilk başta alt üst eden o kırmızı yün ip parçası benliğime, özüme giden ipin ucuymuş. Ben String Art, yani İp Sanatı yaptıkça ‘Öz’ümün üzerini örten ipleri sökmeye başlamışım. İpleri söktükçe özgürleştim ve özgürleşen her insan gibi mutlu bir insana dönüştüm.

Kırmızı yün ip’inizi henüz bulmadıysanız, umarım en kısa sürede karşınıza çıkar…
En içten sevgilerimle,